DEPREMDEN SONRA YAŞANAN KAYIPLARLA ALAKALI AÇILABİLECEK TAM YARGI DAVALARI

DEPREMDEN SONRA YAŞANAN KAYIPLARLA ALAKALI AÇILABİLECEK TAM YARGI DAVALARI

DEPREMDEN SONRA YAŞANAN KAYIPLARLA ALAKALI

AÇILABİLECEK TAM YARGI DAVALARI

 

6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi merkezli 7.7 ve 7.6 büyüklüğündeki depremler, Türkiye’yi derinden sarsmıştır. Bu depremler, en az 11 ilimizi etkilemiş ve yaklaşık 13 milyon kişinin yaşadığı alanı kapsamıştır. Resmî açıklamalara göre, depremlerde 50.783 kişi hayatını kaybetmiş, 107.204 kişi yaralanmıştır. Depremler sonucunda 36.932 bina anında yıkılmıştır. Toplam 872.000 bağımsız bölümden oluşan 311.000 bina ise kullanılamaz hale gelmiştir.  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın raporuna göre, depremin yaşandığı bölgedeki toplam hasarlı bina sayısı 717.614 olarak açıklanmıştır.


Bu felaket, ülkemizin depremlere halen hiç ama hiç hazır olmadığını net bir şekilde göstermiştir. Plansız sanayileşme ve kentleşme, bilinçsiz politika modelleri ve yetersiz önlemler, doğal olayların afete dönüşmesine yol açmıştır. Bilimi, planlamayı ve denetimi esas alan bir yaklaşım benimsenemediği acı bir şekilde tecrübe edilmiştir. Daha da acı olan 25 yıllık yakın zaman diliminde Türkiye’de 4 tane göz ardı edilemez kayıplara ve zararlara sebep olan depremler yaşanmış ancak ne var ki ilgili idari birimler tarafından yeterince önlem alınmadığı ve gerekli derslerin çıkarılmadığı bu son deprem felaketi ile gözler önüne serilmiştir.


17 Ağustos 1999 tarihinde Marmara Bölgesi’ni vuran 7.4 büyüklüğündeki Gölcük depreminde 17.000’den fazla kişinin hayatını kaybetmiş; 24 Ocak 2020 tarihinde Elazığ ilinde meydana gelen 6.8 büyüklüğünde depremde 41 kişi hayatını kaybetmiş, 1.607 kişi yaralanmış; 23 Ekim 2011 tarihinde Van’ın Tabanlı ilçesinde meydana gelen 7.2 büyüklüğündeki depremde 601 kişinin hayatını kaybetmiş ve son olarak da 30 Ekim 2020 tarihinde Ege Denizi’nde meydana gelen 7.0 büyüklüğündeki deprem İzmir’i sarsmış, bu depremde 117 kişi Türkiye’de, 2 kişi Yunanistan’da hayatını kaybetmiştir.


Depremden sonra bir şekilde hayatta kalabilen ve depremin yarattığı şokun tesirinden bir nebze olsun kurtulabilen oldukça az sayıdaki depremzede, uğramış oldukları maddi ve manevi zararların sorumlularının tespit edebilmesi ve zararlarını telafi edebilmesi için yargısal yollara başvururken geri kalan ciddi sayıdaki depremzede ise başlarına gelen bu felaketin etkisinin çok geniş bir çevrede hissedilmesinden ötürü başlarına gelen bu dramı normalleştirmiş ve derin bir atalet içerisinde kalarak haklarının ne olduğundan habersiz şekilde, oldukça zor şartlar altında yaşamlarına devam etmek durumunda kalmıştır.


Bu makalemizde yaşanan bunca felaketin ardından depremden etkilenen vatandaşlarımızın uğradıkları maddi ve manevi zararları hangi yargı mercilerine başvurarak tazmin edebilecekleri, hangi durumlarda bugüne kadar yargı birimlerinde ne tür tazminatlar ödendiği ve bu tazminatların ne şekilde belirlenerek hangi idari yapılara kusur izafe edildiği gibi konuları ele almış bulunuyoruz. Yazımızın amacı; idari birimlere, var oluşunun sebebi olan vatandaşlarına karşı birincil önceliği olan güvenlik, barınma ve yaşama hakkı çerçevesinde sorumluluklarını hatırlatmak ve bu deprem coğrafyasında yaşayan vatandaşlarımıza yargı çerçevesinde idareye karşı hangi haklara sahip olduklarını açıklamaktır.


Konu depremde yaşanan kayıplardan dolayı idarenin sorumluluğuna gitmek olunca ister istemez akla ilk gelen soru depremin mücbir sebep sayılıp sayılamayacağı hususudur. Çünkü eğer yaşanan felaket mücbir sebep kategorisine girerse bu durumda idarenin sorumluluğuna gidilebilmesinin önü kapanacaktır. Ancak son yaşanan afet özelinde bakıldığında deprem kuşağında yer aldığı bilinen, devamlı depremlerin olduğu bir bölgede deprem, mücbir sebep olarak nitelendirilmemelidir. Bir yerde yaşanmış olan olağandışı bir olayın daha sonra aynı yerde aynı şekilde tekrar yaşanması halinde artık o olayın öngörülemez bir olay olduğu söylenemez.


Elbette ki her ne kadar elindeki istatistiki bilgilere bakarak hangi bölgelerin deprem kuşağında yer aldığı bilgisini haiz olan idarenin depremi önlemesi gibi bir beklentide olunması gerçekçi değildir. Ancak idarenin elinde bulunan her türlü maddi güç, teknolojik imkân, uzman eleman, istatistiki veriler, bilgiler vs. sayesinde deprem kuşağında yer alan bölgelerde yer alan yapılarla ilgili birtakım yükümlülüklerini yerine getirmesi beklenir. idarenin, teknik ve mali imkanları ölçüsünde, alacağı tedbirlerle doğabilecek zararları azaltması pek tabi ki mümkündür.


Toparlamak gerekirse depremin önlenmesi mümkün olmasa bile nerelerde depremin olabileceği öngörülerek idarece gerekli önlemleri alınmasıyla zararın minimuma indirilmesi mümkündür. Aksi takdirde idarenin hizmet kusuru nedeniyle sorumluluğuna gidilebilecektir.


Danıştayın konuyla alakalı bir kararında “…bir idari işlem veya bir idari sözleşmenin uygulanması durumunda olmayan, idarenin her türlü faaliyetlerinden veya hareketsiz kalmasından, araçlarının kullanımından, taşınır ve taşınmaz mallarının veya tesislerinin yönetiminden dolayı oluşan zararları idari eylem sonucu oluşan zarar ve buna yol açan eylemi de sonuç olarak idari eylem kavramı içerisinde düşünmek gerekmektedir. Deprem nedeniyle oluştuğu ileri sürülen zararların tazmini istemiyle açılan bu davada, yapının üzerinde bulunduğu zeminin özelliği, zemin durumuna göre depreme dayanıklılığının kontrolü, yapı kullanma izni bulunup bulunmadığı, imar planları ve inşaat ruhsatlarının hangi idarelerce yapıldığı ve verildiği, yapıların imar açısından denetlenmesi, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı ve ikamet için yasaklanmış afet bölgelerinin tespit ve ilan edilip edilmediği, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini, projelendirme esaslarını, ülkenin deprem haritalarını hazırlamak konusunda idarelerin üzerlerine düşen görev ve yetkileri yerine getirip getirmediği, denetim ve kontrol görevlerini yapıp yapmadığı hususları ayrı ayrı irdelenmeli ve idarece gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı belirlenmeli ve bunun sonucuna göre; idarenin belli bir hareket tarzı izleyip izlemediği veya hareketsiz kalıp kalmadığı ortaya konulmalıdır. Olaya bu açıdan bakınca yukarıda yapılan belirleme sonucu olayda idarelerin hareketsizliği söz konusu olmakla öğretide de kabul edildiği gibi idarenin bu hareketsizliğinin ‘olumsuz eylem’ olarak kabulü gerekmektedir. Mücbir sebep, sezilemeyen ve karşı konulamayan bir olayı ifade eder. Bu sebep, zararı idareye yüklenebilir olmaktan çıkaran ve zararla idari faaliyet arasındaki illiyet bağını kesen dış bir etken olarak doğal, toplumsal veya hukuki bir olaydan kaynaklanabilir. Sezilemezlik, karşı konulamazlık, kusursuzluk ve gerçeklik halleri mücbir sebebin ayırt edici öğelerini oluşturmaktadır. Deprem kuşağında yer alan bölgede, deprem gerçeğinin bir veri alınması suretiyle yerleşmelerle ilgili alanların belirlenmesi, bu alanlardaki yapılaşmaya ilişkin kararların alınması, uygulanması ve denetlenmesiyle ilgili idari faaliyetlerin bütünündeki olumsuzluklardan oluşan idarenin ‘olumsuz eyleminin’ bulunması durumunda, depremin mücbir sebep olarak değerlendirilerek zararla illiyet bağını kestiğini kabule olanak bulunmamaktadır. Bu durumda, Mahkemece uğranıldığı ileri sürülen zararın oluşumunda idarenin hizmet kusuru bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi sonucu bir karar verilmesi gerekirken depreminin mücbir sebep kabul edilerek zararla idari faaliyet arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararda isabet görülmemiştir” şeklinde hüküm kurulmuştur.


İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanan hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu tazmin işlemi için ise menfaati ihlal edilen kişilerin idare mahkemelerinde tam yargı davası açabilmeleri mümkün olmaktadır.


Tam yargı davasının mahiyeti hakkında doktrinde genel kabul görmüş esaslara bakarak bir tanımlama yapmak gerekirse, özel hukuktaki edim davasına benzetilen ve hakkın tazmin telafisine karar verileceği belirtilen tam yargı davaları uygulamada idari işlem ve eylemlerden kaynaklanan maddi ve manevi zararların tazmin edildiği tazminat davaları olarak görülmektedir. Bir diğer ifadeyle tam yargı davası, idarenin idari nitelikteki bir tasarrufu nedeniyle hak kaybına uğrayan ilgilinin zararının giderilmesi amacıyla açtığı davadır.


Tam yargı davası, yine İYUK’un 2’nci maddesi uyarınca, sadece doğrudan hakkı ihlal edilenler tarafından açılabilmektedir. Ayrıca tam yargı davasında davacının sahibi olduğu -ve ihlal edildiğini iddia ettiği- bir hakkını takip etmesi söz konusu olduğundan temel amaç uğranılan zararın telafi edilmesidir. Davanın karşı tarafında ise elbette gerek hizmet kusuru sebebiyle gerek zararla bağlantısı olabilecek bir olumsuz eylemiyle zararın ortaya çıkmasında sorumluluğu bulunduğu iddia edilen idari kurumun bulunması gerekir.


Bu durumda hakkı ihlal edilen veya zarar gören kişilerin, idarenin personeline karşı değil, onları çalıştıran idareye karşı dava açmaları gerekmektedir. Çünkü, Anayasa'nın 125. maddesinin son fıkrasında, idarenin kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu kuralına yer verildikten sonra, 129. maddesinin 5. fıkrasında da memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak ancak idare aleyhine açılabileceği hükme bağlanmıştır. Böyle bir durumda, gerçek kişi hasım gösterilerek açılan davalarda, gerçek kişinin hasım mevkiinden çıkarılarak onun yerine, mahkemece tespit edilen idarenin davalı konumuna alınması mümkün olmamakla birlikte; hasım olarak gösterilen gerçek kişinin yanında idarenin de hasım konumuna alınması suretiyle uyuşmazlığın çözümlenmesi yoluna gidilmelidir. İdari yargı yerinin, gerçek kişi yönünden davayı görev yönünden reddetmesi, davalı konumuna alınan idare yönünden ise, yukarıda aktarılan açıklamalar doğrultusunda tazmin sorumluluğunun bulunup bulunmadığını inceleyerek uyuşmazlığın esasını çözümlemesi gerekmektedir.


7269 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle belediye sınırları ve varsa mücavir alanlar dahilinde ilgili belediyelere, bunun dışında kalan yerlerde vali ve kaymakamlara Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik esaslarının uygulanmasını sağlama görevi verilmiştir. Yönetmelik esaslarına aykırı olan yapılar hakkında anılan merciler tarafından sahiplerine tebligat yapılarak, en çok 3 aylık süre içinde hatanın ve tehlikeli durumun giderilmesi bildirilir. Verilen süre içinde sahiplerince ıslah edilmeyen bina veya bina kısımları belediye sınırları ve mücavir alan dahilinde belediye encümenlerince diğer yerlerde ise il veya ilçe idare kurullarınca, yıkma parası yıkıntı malzemesinden karşılanmak, yetmemesi halinde kalan kısmı afetler fonundan tamamlanmak üzere yıktırılır. Bu konuda gerekli kontrol ve denetime yetkili makam İmar ve İskân Bakanlığıdır.


Görüldüğü üzere Belediye, mülki idare amirleri ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığına afet bölgelerindeki yapıları denetleme görev ve yetkisi verilmiştir. Anılan makamlar sorumlu oldukları alanlarda yapıların mevzuata uygun olup olmadığı konusunda gerekli denetimi yapmakla yükümlüdürler. Bu anlamda mevzuata aykırı olarak yapılmış binaların yıktırılması, yeni yapılacak binaların ise mevzuatın öngördüğü kurallara uygun bir şekilde yaptırılması sağlanmalıdır. İdarenin denetleme görevini hiç yerine getirmemesi ya da eksik yerine getirmesi hizmet kusuru teşkil eder. Dolayısıyla bir depremden nedeniyle zarara uğrayan kişi binanın mevzuata aykırı yapıldığını ispatladığı takdirde idarenin zararı tazmin etmesi gerekecektir.


Kabul etmek gerekir ki depremden sonra yürütülecek faaliyetlerin kamu hizmeti olduğuna kuşku yoktur. İdare, kamu hizmetlerinin kurulması ve/veya işletilmesinden kaynaklanan kusurlar nedeniyle doğacak zararlardan sorumludur. Bu anlamda kurtarma, yaralılara tıbbi yardım, salgınların önlenmesi, geçici barındırma ve diğer ihtiyaçların karşılanması gibi görevlerin yerine getirilmesinde idare kusurlu davranmışsa yine meydana gelecek zararları tazminle yükümlü olacaktır.


Yukarıda değinilen bilgiler ışığında Belediyeler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve AFAD gibi kurumlara karşı idare mahkemelerinde dava açılarak uğranılan zararların tazmini talep edilebilecektir. 2567 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun Kanunun 10. maddesinde, bir işlem yapılması konusunda idareye başvurulması durumunda idarenin tutumuna göre dava açma süreleri düzenlenmektedir. Bu maddeye göre, zarar gören öncelikle zarara sebep olan idari eylemi gerçekleştiren idareye başvuruda bulunmak zorundadır. Bu başvuru tamamen veya kısmen reddedilirse veya da idare başvuruya 30 gün içinde cevap vermezse dava açma süresi içinde tam yargı davası açılabilecektir İlgili, idareye tanınan otuz günlük cevap süresinin dolmasından itibaren altmış gün içinde karşı dava açabilecektir. Bu maddenin İçerdiği önemli hükümlerden birisi de idarenin, cevap verme süresi dolduktan sonra, bir cevap vermesi halinde, dava açma süresinin bu cevaptan itibaren yeniden işlemeye başlayacak olmasıdır. Kanunun 13. maddesinde ise, idari eylemden haklan ihlal edilenlerin açacağı tam yargı davasında süreler düzenlenmektedir. Bu maddeye göre, bir idari eylemden zarar gören kişi, dava açmadan önce idareye başvurarak bir ön karar almak zorundadır. Bu ön kararın alınmasında, idari eylemi öğrendiği tarihten İtibaren 1 ve eylem tarihinden itibaren 5 yıl içerisinde idareye başvurması gerekir. Beş yıllık sürenin başlangıcı, eylem tarihidir. Ancak 1 yıllık sürenin başlangıcında, eylemle birlikte, zararın öğrenildiği, hatta duruma göre zararın idarenin eyleminden kaynaklandığının öğrenildiği tarihin esas alınması gerekir.

 

Av. Mustafa Cihan EMİR